14 Ekim 2014 Salı

Çay deyip de içip geçmeyin ! Tarihi neredeyse bundan beş bin yıl önceye dayanan ve kendi kıymetini her geçen yüzyılda katlayandır çay…

0 yorum
Yaklaşık 6.yüzyılda uykusuzluk orucu tutan budist rahipler bunun işlerine yarayacak bir şey olduğunu düşünüp bir özen, bir zahmet çayı Japonya’ya taşıyorlar. 1300-1400’lere gelindiğinde doğudan Hindistan ve İngiltere arasında seferler yapan East India Company adında bir şirket tarafından bu bölgelere de taşınmasıyla çayın hikayesi başlıyor.
 
Çayın tüm bu serüveni demlenen devinim misali yıllar içerisinde hep baki iken, birkaç zamandır dikkat kesilip şöyle bir baktım da, çay daha önceleri İstanbul’da hiç bu kadar özlenmemiş sanırım. Hani var olup da kıymetini göz ardı ettiğimiz kendimizce sıradanlaştırdığımız sonra bir anda kıymeti tekrar artan eşyalar gibi, insanlar gibi… Bundan yıllar yıllar öncesinden çeşitlendirilip tatlandırılıp; saray hayatından tutun da, halkın her kesiminde herşeyle mutlaka kendine bir eşlik bulan çay, artık tek başına özel sunumla tarih sahnesinde, tecrübesinin haklı gururuyla yer alıyor. 
 
Mutluluğa, derde, zamansız gelen ilhama, zamansız giden sevgiliye, iç ferahlatırcasına gelen dosta eşit mesafeden bakan, yabancılaştırmayan, hepsine kucak açan, sırt sıvazlayan çayın şiirlere şarkılara verdiği tat bugün hepimizin duygu haritasını çıkarırır cinsten...
 
Gelgelelim İstanbul’da bu keyifte olan, muhabbetle çay içilebilecek mekanları, bir süre önce zamana yayacak sakinlikte keşfe çıktım. “İstanbul ocak, insanlar demlik” misali her yerde özel çaycılar, hususi sadece çay satışı yapan mekanlar var. Her birinin birbirinden özel çayları, konumları ve müdavimleri mevcut ama ya mekanlarda konseptle alakasız müziklerin olması ya da istediğim keyfi bulamadığımdan mıdır nedir, kendime bir çay noktası edinemedim. Mekanla bütünleşemedim. 
 
Evvel zamandan beri beklediğim işaret, kısa bir süre önce Üsküdar ve Fatih’ten geldi. Yine suriçi ve eski istanbul semti işte dedim kendi kendime, ne varsa burada kaybolan yine buradan çıkıyor :)  İşin tuhafı buralara da yakışıyor. İlk keşfim...
 
Saatli Kahve
 
 
 
Fatih’te Fatih Camii’nin hemen ardında Türbe Kapısı sokağında bulunuyor. Hava akımından mıdır nedir, sokağın serinliğini size anlatmam imkansız. Güneşten kibrite dönmüş bir halde yürüyüp geldiğim yerde, sokağa girmemle serinleyip noluyor diye etrafıma bakınmam bir oldu. Küçük bir çay ocağı gördüm önce içeride, sonra içerisinde bir masa. Dışarıda caminin duvarlarının dibine konulmuş masalarda insanlar getirdikleri atıştırmalıklarının, yemeklerinin yanında çay ziyafeti yapıyorlardı. Atıştırmalıkların ardından gece geç saatlere kadar aralıksız dolup boşalan bardaklara, vakit zamanlarında minareden yükselen ezan sesi es veriyordu. 
 
Ağırlıklı olarak gezgin, fotoğrafçı veya bu yola baş koymuş gençlerin uğradığı, bazen selam verip geçtiği bir mekan olanSaatli Kahve, sokağın kuytusunda yolu düşen herkesin gözüne aşina bir yer haline gelmeye aday. Bu arada bu küçük kahve henüz yeni olduğundan şu ara düzenlenme halinde. Adından mütevellit saat ikonunu, ilerleyen günlerde duvarlarında göreceğimiz ve de sanıyorum bize zamanı özetleyen bir mekan halini alacak burası. Atlamadan geçmeyelim; çayın en sıkı arkadaşı muhabbeti ve ortamıdır deriz ya hep, heh işte Saatli Kahve de işletenleri ve müdavimleriyle bunu çokça karşılayan mekanlardan olacak gibi. Mekanda çay, soğuk içecek ve muhabbet var. Yiyecek bir şey arzu edenler, çevre yerlerden söyleyip buraya getirtebiliyor, sonra çay keyfini burada yapıyor. Mekanın bu duruma herhangi bir itirazı yok, bu da ayrı bir güzelliği…
 
Saatli Kahve’de çaya eşlik edecek etraftan alabileceğiniz öneriler: 
 
Hemen üst sokağında bulunan Rumeli Dondurmacısı’ndan meşhur arnavut tatlısı trileçeden alabilirsiniz. 
 
Veya yine yakınındaki Zuhal Pastanesi'nden çayın yanına simit, poğaça gibi katık edebileceğiniz güzel seçenekler mevcut. 
 
 
Yaşadığım yer Anadolu yakası olduğu için Fatih’e her zaman gitmeye fırsat bulamadığımdan müzdaripken geçtiğimiz haftalarda Üsküdar’ın Doğancılar’ından sahile doğru inerken bir mekana rastladım. Ama ne şans ! Tam da ararken insan böylesi bir yere rastgelir mi? Bilmiyorum ama belki de mekan beni bulmuştur :) Evet hazırsanız ismini açıklıyorum...
 
Sahibü’l Çay Asaf Osman Efendi
 
 
İçerisinde dört masası anca olan şık tasarlanmış güzel bir yer. Sonraları içinin hikayesini öğrenince merakımı daha da cezbetti ve yüzümde kulaklarıma kadar uzanan bir gülücük beliriverdi. Koştum ilk kendi sosyal sayfalarım üzerinden yazdım, arkadaşlarıma anlattım; “çok kalabalık gitmeyin yer bulamayabilirsiniz zaten gittiğinizde birileri oturuyor olacak, bir de siz eklenirseniz muhtemelen eklenemezsiniz” dedim… O rasladığım gün yer bulamadım, tekrar uğramak üzere ayrıldım. Sonraları bir merak bir merak bir akşam Üsküdar’dayken aklıma düştü, yer bulamasam da beklerim dedim ama mutlaka bugün gidip bir çay içeceğim. 
 
Neyseki yer vardı… İçeri girer girmez çok az bir sesle eski kayıttan bir tını kulağıma ilişti. Münir Nurettin Selçuk Kalamış’la karşıladı beni Asaf Osman Efendi. İçerisi küçük olduğundan oturduğum an yan masanın konuşmalarına kulağım takıldı. Birkaç konservatuar öğrencisi, içlerinden biri edebiyat okuyor. İki üç hocaları var yanlarında ve müzikten bir sohbet tutturmuşlar dünya umurları değil… Arada burada olacak imza günleriyle ilgili birşeyler lafladılar. Sonra öğrendim ki bu küçük mekana şu ana kadar birkaç yazar gelmiş, mekanı bilenler yazarların geleceğini duyanlar da ellerinde kitapları koşmuşlar, kitabı olmayanlar hazır fonda çayın keyfi varken koyu bir sohbet fırsatı yakalamışlar. 
 
İş içeceğiniz çayı seçme noktasına gelince bir durun derim ! Asaf Osman Efendi, burada bizi alışılmışın dışına çıkarıp şaşırtıyor. Çaylarınız makamlara göre kategorilenmiş. Demlikte bestelenen yöresel çaylar ve demlikte bestelenen harman çaylar olarak ayrılıyor.Bestenigar, Neveser, Suzinak, Ferahfeza isimlerinde içerikleri birbirinden farklı çaylar var. Her çay makamının havasına ve özelliğine göre düşünülmüş. Bir Ferahfeza ki ismiyle müstesna :) Siz bunu içerken fonda bir Ferahfeza çalıyor da olabilir. Hatta belki şanslıysanız tüm bunların yanında Yaprak Sayar ve konservatuar arakdaşlarının canlı meşkine bile denk gelebilirsiniz. 
 
 
Asaf Osman Efendi’de sıcak ve soğuk olmak üzere bütün çaylarınızı özel sunumu ve Proust’un Madlen Kurabiyesiyle birlikte alıyorsunuz. Mekan konservatuar ve edebiyat öğrencilerinin ağırlıklı uğrak yeri. Bu arada çayları hazırlayan ve sunumunu yaparken herkese çok farklı gelen bu çay repertuarı mönüsünü büyük bir sabırla anlatan mekanın işletmecisini de tebrik etmek gerektiğini düşünüyorum. Kolayına kaçmadan büyük bir zahmet vermişler. 
 
Her imkana sahip olduğumuz ama ruhtan ve güzel muhabbetten yoksun olduğumuz bu yüzyılda bu tatlarda mekanlara rastlamanın insanın başına gelebilecek nadir güzel şeylerden olduğunu düşünüyorum. Bu mekanların ayrıntılarına şahit olmak ve o muhteşem eşlik etme kabiliyetine sahip çayları içmek için mutlaka yolunuzu bu rotalara düşürün derim. 
 
Kulaklarımı çınlatacağınıza ben şimdiden eminim :)
 
E madem öyle adet yerini bulsun çayın son yudumunu bir sözle tamamlayalım. Herkesin iyi kötü ayrı ayrı çeşitlikte çayı aklına düşürecek bu yazıyı Necip Fazıl’ın bir sözüyle bitirir miyiz? 
 
Bence bitiririz. 
 
“…çaycı getir ilaç kokulu çaydan, dakika düşelim senelik paydan…”
 
 kaynak http://gezgindergi.com/
Haberin Devamı ►

İlişkinin gizli düşmanı: Bağımlılık

0 yorum
29092014 iliski01İlk günlerde iki tarafa da çok keyifli gelen bağımlılık hali zamanla ilişkinizin katili olabilir. Bağlılık temelinde yürüyen bir ilişki ise iki tarafın da kendini gerçekleştirebildiği bir şölene dönüşebilir. Acaba sizin ilişkiniz hangi sınıfa giriyor?
Soru net: İlişkinizde bağlı mısınız, bağımlı mı? Ancak cevap biraz karmaşık... Özellikle de ataerkil bir topluma doğmuş olan biz kadınlar için… Gittikçe daha fazla büyük şehirlerde yaşamaya başlasak da, iş hayatında daha fazla yer alıp hatta daha fazla yükselsek de önce kendimizi ikna edemiyoruz bağımsızlık fikrine… Ve tabii biz ikna olmayınca “bağımsız kadın” tanımı hak ettiği yeri asla bulamıyor toplumsal sözlüğümüzde… 
Bağımlılık ve bağımsızlık kavramlarının en çok kafa karıştırdığı yerlerden biri de ikili ilişkiler… İnvivo Psikoloji’den Klinik Psikolog Başak Tanrıverdi ile ilişkilerimizi ve bağımlılıklarımızı konuştuk. 

Önce bağlı sonra bağımlı
Psk. Başak Tanrıverdi, ilişkilerde kadınların erkeklere genellikle önce bağlandığını sonra bağımlı hale gelebildiğini söylüyor ve ekliyor: “Ataerkil bir toplum olmamız nedeniyle kadınlara verilmiş belli sıfatlar var. Bağımsızlık kavramı kadın kelimesi ile yan yana geldiğinde hoş karşılanmıyor ve basit, sorumsuz kadın olarak karşılık buluyor. Oysa erkek için bağımsızlık güç anlamına geliyor” diyor. Bu bakış açısının, kız çocuklarının baba ile olan iletişimi, babaların kız çocuklarına farklı ve daha korumacı davranması, namus kavramına çok önem vermesi nedeniyle bir süre sonra kadınların öğrenilmiş çaresizliği haline geldiğini belirten Psk. Tanrıverdi, “Kız çocuk aynı korumacı yaklaşımı ileride eşten de bekliyor ve o eş de yetiştirilişinden dolayı buna müsait oluyor. Erkek çocuklar da ‘bağlı’ olmanın kılıbıklık anlamına geldiği bilgisi ile büyüdüğü için bağlı olmak isterken bile bağımsızmış gibi yapmak zorunda kalıyor. Bu erkek için de büyük bir psikolojik sorun oluşturuyor aslında. Sistem bu şekilde kendini sürekli devam ettiriyor. Kadın bu şekilde bağımsızlığından ödün verdikçe erkek aktifleşiyor, sahte kimlik oluşuyor, o da olmadığı birine dönüşüyor. Ben Türkiye’deki evlilikleri genellikle bu şekilde görüyorum” diyor. 

Çalışmak yeterli olmuyor
Kadınların bir zamanlar sadece erkeklerin hakim olduğu iş hayatına girmeleri de aslında sistemi fazla değiştirmiyor. Kadınlara artık kalıtsal şekilde gelen rol dağılımı ve öğrenilmişlikler bocalamaya neden oluyor. Psk. Başak Tanrıverdi önemli olanın kadınların çalışıp çalışmaması olmadığını belirterek, “Sabahtan akşama kadar çalışıp, eve gidip kocasından dayak yiyip bir de üstüne keyif sürmesi için kocasına para veren kadınlar da biliyoruz. Tabii ki kadınların çalışması özellikle yeni nesil için çok büyük bir adım. Ancak kadınlar hala para konusunda pasif kalıyor. Gücün simgesi olan paranın erkeğin elinde olması gerekiyor. Kadın kocasından daha yüksek maaş alıyorsa bundan tedirginlik duyuyor. Çalışıyorsa ve çocuğu evdeyse vicdan azabı çekiyor. Bu nedenlerle çalışan kadının bağımsız kadın olduğunu henüz söyleyemiyoruz” diyor. 

Erkeğin de bağımlılıkları var
Peki erkekler gerçekten ne kadar bağımsız? Psk. Tanrıverdi bunun da tartışılması gerektiğini söylüyor. Araştırmalara bakıldığında kadınların daha sık depresyona girdiği görülse de boşanmaların ardından depresyona girenlerin aslında erkekler olduğu anlaşılıyor. Erkek artık hayatında olmadığında kadın hayatını, ev düzenini, ocaktaki yemeğini, çocukların bakımını sürdürebilirken erkek hep hazıra alışmış olduğu için zorlanıyor. Bu anlamda erkeklerin de kadınlara bağımlı hale geldiği görülüyor. Tek fark, erkekler toplumun onlara verdiği güçten dolayı bunun pek farkında olmuyor. Farkındalarsa bile dışlanma endişesi ile değilmiş gibi yapıyorlar. 

Gerçekten bağımsız mısınız?
Kendimizi modern toplumun bağımsız kadınları olarak görürken bir anda ilişkimize bakıp aslında “bağımlı” olduğumuzu fark etmemiz mümkün… Bir ilişkide bağımlı olmak her zaman kendinden ödün verip her şeyi karşı tarafa yüklemek ve onun isteklerinin olmasına çalışmak anlamına geliyor. Eğer hayatınızdan memnunsanız, yapmak istediklerinizi yapabiliyorsanız ve bu konuda bir kaygı yaşamıyorsanız, kocanız olmadan da kendi ayaklarınız üzerinde durabileceğinize inanıyorsanız sevgiden, aşktan ve bağlılıktan söz edebilirsiniz. 
Psk. Tanrıverdi, annelik rolünün de kadınlarda bocalamaya neden olabildiğini, anne olan birçok kadının kendine çok fazla “ben” yüklediğini, toplum anneliği kutsallaştırırken annenin de “Ben anneyim” ifadesine çok fazla tutunabildiğini hatta bilinçaltı düzeyde eşi ile olan sorunlarını örtbas ederek istediklerini çocuk üzerinden gerçekleştirmeye çalıştığını söylüyor. Bu aşamada anne çocuğa bağımlı hale geliyor. Eğer çocuk annenin hayal ettiği gibi olmazsa kapıyı çalan yine depresyon oluyor. 
Psk. Tanrıverdi, “Kadın eğer çalışıyorsa, istediği mesleği yapıyorsa, kendini istediği gibi değiştirebiliyorsa, kendi ayakları üzerinde duruyorsa, partneri ile, eşi ile, eşin ailesi ile ilişkilerinde dengeyi kurabiliyorsa ve çocuğunun kendisi olarak var olmasına izin veriyorsa ayakta durabilen bağımsız bir kadındır ve o ilişki bağımlılık değil bağlılık ilişkisidir” diyor. 
Bu tanımda “istediği mesleği yapıyor” olmak ifadesi yer alsa da aslında bir kadının bağımsız olması çalışmasını gerektirmiyor. Çok para kazanan ancak eve geldiğinde bunun hiçbir anlam taşımadığı ilişkiler olabildiği gibi çalışmadığı ve boşandığı halde çocuklarına sahip çıkan, depresyona girse bile kendini hemen toparlayan, kendisi ve çocukları için hayatta daha yapacak çok şeyi olduğunu bilen kadınlar da var. 
kaynak http://www.formsante.com.tr/
Haberin Devamı ►

Dostluk Üzerine MEHMET SAİT KARAÇORLU

0 yorum

dostluk200x230

Dostluk; meveddet, muhabbet, amitie, friendship, freundschaft, karşılıklı sevgiye dayanan anlaşma.
Sözlükteki karşılığı bu dostluğun. Tanımları da yapılmış elbette.
Ciddiyetsiz Voltaire; kendisinden beklenmeyecek kadar ciddiye alarak tanımlıyor dostluğu.
Felsefe Sözlüğü’nde. “Amitie / Dostluk; duygulu ve erdemli iki insan arasında kendiliğinden meydana geliveren anlaşmadır” diyor ve ilginç iki şartını ayni ilginçlikte açıklıyor: “Duygulu diyorum çünkü bir keşiş, dünyadan el etek çekmiş biri hiç kötü olmaz da dostluk nedir bilmeden yaşayabilir. Erdemli diyorum çünkü; kötülerin ancak suç ortakları olur.”
Devam ediyor Voltaire;
“Bu anlaşma iki şefkatli ve namuslu ruh arasına ne koyar. Bağlanılan şeyler, onlar duyarlılıklarının derecesine, edilen hizmetlerin sayısına göre kuvvetli veya zayıftır.”
Dostluk aşk gibi üzerinde çok düşünülmüş, çok konuşulmuş evrensel bir kavram. Hayatın önemli bir parçası. Çağlar boyunca filozoflardan, ahlâkçılardan, şairlerden bu güne taşınan ve kayda değer birçok düşünce var. Roma’lı Stoacı Çiçeron bunlardan biri.
“ De Amicitia / dostluk anlaşmadır. [Symhoina] Dostluk insanların; insanlarla ve tanrılarla ilgili her şeyde yakınlık ve saygı duygularıyla anlaşmalarıdır. Ancak iki insanın birbiriyle anlaşabilmeleri kolay değildir. Dostluğu gerçekleştirebilecek bir anlaşmanın meydana gelebilmesi için bir takım nitelikler gerekir. Bu niteliği taşımayanlar dost olamayacakları gibi dost da edinemezler. İyilik dostluğun en önemli niteliğidir. İyi olmayan insanlar dost olamazlar. İyi sayılmak için doğruluk dürüstlük hakseverlik yolunu tutmak gerekir. Katıksız iyilik ancak erdemli kişide bulunur. Dostluğu hem doğuran hem sürdüren fazilettir. Dostluk sürekliliği gerektirir. Gerçek dostluklar ölümsüzdür.
Ancak bu sürekliliği sağlamak kolay değildir. Ortaya çıkar ayrılıkları, siyasi çekişmeler çıkabilir. İnsanların huyları değişebilir. Kara talihler gibi dostlukların üzerine çöken öyle rastlantılar vardır ki bunlardan kurtulmak insanın elinde değildir. Dostluk her alanda uyuşmayı gerektirir. Her alanda uyuşmamış insanların dostluğu yalancı dostluktur. Ve her yalancılık gibi günün birinde kırılıp dökülmeye mahkûmdur. Dostluk sadakati gerektirir. Çünkü uzun süre uyuşmuş bulunanlar bu uyuşmanın bir ya da bir kaç niteliğini kaybetmiş bulunabilirler. Uyuşmamış dostluklar ne kadar yalancı ise bu niteliklerin yitirilmesinden dolayı bozulan dostluklar o kadar yalancıdır.
Hiçbir şey talihli bir budaladan daha çekimsiz olamaz.
Kimilerinin önceden faziletli insanlarken kumanda ve yetki elde ederek değiştikleri eski dostlarını hor görerek yeni dostlara bağlandıkları görülebilir. Yetkileri ya da paraları ile elde edilebilecek her şeyi aldıktan sonra, dostluğu, evrenin bu en değerli süsünü elde etmemekten daha budalaca ne olabilir?
Alınabilecek mallar kim güçlüyse onun malıdır. Fakat dostluk sadece dostun malıdır. Dostluk akıllı olmayı gerektirir. Herkesin mallarını alırken sadece kendilerinin olanı almayı beceremeyen budalalar dost olamazlar. Bu akıllılık sevgi alanında filizlenen bir akıllılıktır. Sevgi dostlukları hem sever hem korur. Sevgi ve dostluk sözcükleri ayni kökten gelir. [Amor, amicitia = sevmek] hiç bir yarar beklemeden sevmek, sevilene bağlanmak demektir. Dostluk birliği gerektirir. Dostlar arasında sadece sevmek ve beğenmek değil saygı da bulunacaktır. Doğa dostluğu faziletin yardımcısı olsun diye vermiştir. Kötülüklerin yardımcısı olsun diye değil. Utanç verici bir şeyi istememek, istenince de yapmamak dostluğun yasasıdır.
Bu konuda üç düşünce vardır:
Dostumuza karşı kendimize beslediğimiz duyguların aynini beslemek. Bu yanlıştır. Kendimize yapmamızın mümkün olmadığı şeyleri dostumuza yapabiliriz. Mesela kendimiz için yalvarmak en büyük şerefsizlik iken dostumuz için yalvarmak en büyük şereftir.
Dostumuza karşı onun bize beslediği duyguların aynini beslemek. Oysa dostluk böyle ince hesaplardan uzak kalacak kadar cömerttir. Aldığından çok vermekte bu kadar titiz davranamaz.
Dostun düşündüğü gibi düşünmek; bu da yanlıştır. Çünkü dost herhangi bir şekilde umutsuz olabilir. Hiç bir dost dostunu umutsuzluğa düşürmez, dost daha çok kuvvet vermelidir.”
Çiçeronun dostluk hakkında söylediği bu çarpıcı sözler mutlaka çok önemli ve güzel. Ancak dostluğun böyle kalıplar içinde ele alınmasının, kurallara hapsedilmesinin, yasalarla sınırlar çizilmesinin ne derece doğru olacağı; üzerinde düşünülmesi gereken bir başka boyut.
Dostluğun tanımında koyulan “kendiliğinden” ön şartı ile bu kural ve yasalar bir çelişki içinde gibi görünüyor.
“Dostluk; evrenin en güzel süsü” ifadesinden çok şeyler hissedilebilinir. Acılar, ıstıraplar kederlerle dolu insan hayatının nefes alınan kesintileridir dostluklar. Yaratılışında yalnızlığa ters yapısı ama sadece kendi olmaya mecbur özelliğiyle sonsuz bir yalnızlığa mahkûm insanın en az yalnız kaldığı zaman dilimleridir dostluklar. Yine insan; zıtlıkların ahengini kurmak zorundadır. Bölüştükçe artan mutluluğun yakalanabilmesi de dostluklara bağlıdır. Sadece süsü değil evrenin en büyük ihtiyacı da dostluk. İnsan bu ihtiyacı hangi şiddette duyuyorsa o büyüklükte dostluklar bulabiliyor.
Dostluk kan bağının üzerinde bir bağdır. Çünkü seçme özgürlüğünün alanı içinde kalır. Daha da önemlisi kaybetme korkusu vardır dostluklarda. Geçici durumlar için ortaya çıkmış beraberlikler dostluğun dışında kalır. Arkadaşlık sözcüğü ifade eder o beraberlikleri. Mahalle arkadaşı, asker arkadaşı, silah arkadaşı, okul arkadaşı gibi. Durum değiştikçe beraberlik de değişir. Fakat dostlukların en önemli niteliği kalıcı, sınırsız olmalarıdır.
Dostlukları tanımlamaya çalışmak yerine algılamaya ve anlamaya çalışmak daha doğru sonuçlara ulaştırır bizi. Ümit Yaşar, “Dosta Rubai” şiirinde hiç bir derinlik endişesi taşımaksızın ve çok yalın bir ifadeyle şöyle sesleniyor dostuna:
Yüzyıl geçse bulamam benzerini
Derdim mi kalır görsem ela gözlerini
Dünya ki bütün serveti samanı ile
Asla tutamaz sen gibi bir dostun yerini
Dünya servet ve samanı şiirlerde veya sözlerde olduğu gibi gerçekte kolayca terazinin diğer kefesine koyulamıyor muhakkak. Çok küçük menfaatler söz konusu olduğu zamanlarda bile çok eski dostluklar bozulabiliyor. Bu durumda “o gerçek dostluk değilmiş, gerçek olsaydı bozulmazdı” demek yeterli bir açıklama mıdır? Yoksa kaçış noktası mıdır?
Kanuni Sultan Süleyman dünya nimetini en uç noktada yaşamış bir insan. “Kırk altı yıllık saltanatımın en büyük nimeti şair Baki ile olan dostluğumdur” dediği rivayet ediliyor. Dünyanın neredeyse üçte birini elinde tutan bir imparatorluğun sınırsız imkânlarına sahip bir insan gerçekten böyle bir söz söylemiş ise, sağlıkla ilgili herkesin bildiği beytinden daha meşhur olmalıydı. Üzerinde daha çok düşünülmeliydi.
Dost aranmakla bulunmaz. Şairin; [Bir dost bulamadım gün akşam oldu] yakınmasını dost aramaya değil de dosta duyulan hasrete bağlamak daha yerinde olur. [Dost dost diye nicesine sarıldım / Benim sadık yarim kara topraktır] mısraları ise yine dostsuz kalmanın ıstırabını vurguluyor olsa gerektir. Elbette dost bulmak kadar dost olmak veya olabilmek de önemli. Dostluğu “karşıdaki” ile sınırlı tutmak, kendi içinde dostluğun nitelemesini ve sorgulamasını yapmamak dostsuz kalmak demektir. Eşrefoğlu Rumi, tıpkı Romal’lı Çiçeron gibi dostluk için bir takım şartlar ileri sürüyor.
Şol kim can vermez bu yolda pes niçin canan diler
Müddeidir ko anı kim dostu ol yalan diler
Dost yolunda elbette âşıka can virmek gerek
Zira ol dost aşığını bidil ü bican diler
Her kimin gönlünde kim dost derdi yok âdem değil
Düşmüş ol hayvanı ayş’e dün ü gün hüsran diler
[Bu yolda can vermeyi göze alamayan niçin cananı ister
(Boş) konuşur bırak onu dostu yalandan ister
Dost yolunda olan âşığın (onun yolunda) canını (bile) verebilmesi gerekir
Zira dost kendine aşık olanı cansız ve gönülsüz (halde) ister
Her kimin gönlünde dost derdi yoksa o insan değildir
Bir hayvan hayatının içindedir, dünü ve günü hep hüsrandır]
Eşrefoğlu Rumi, insan olmanın şartını dostu aramaya, dost bulmanın şartını da her şeyden hatta candan bile vazgeçmeye bağlıyor. Dostluk yolunda can vermeyi göze alamayan dostu nasıl ister? Canından vazgeçmeden, canından üstün bilmeden dostluğu isteyenin sözü delilsiz, boş bir iddiadır. Öyle bir dost isteyiş yalandır. Dost yolunda olana, dosta aşık olana elbette canından vazgeçmek düşer.
Çünkü âşık olunan dost, kendine gelecek olanı, yaşamanın tüm ihtiyaçlarından ve tutkularından vazgeçecek kadar cansız, gönlünü bütün çıkarlardan temizleyecek kadar gönülsüz ister. Aklı ve ruhu basit çıkarlar, geçici heveslerle kirlenmiş olanlardan dost olmaz. Kimin gönlünde dostun hasreti yoksa o bir hayvan hayatının içine düşmüştür. Dünü ve bugünü hüsran içindedir.
“Hüsran” kavramının da üzerinde durulması gerekiyor.
Hüsran, sadece bir kayıp ve yokluk değildir. Hüsranın içerdiği anlamın içinde kaybolan ve yok olan şeyin büyük emeklerle elde edildiği de vardır. Hüsran; doğru zannedilenin, yanlış olduğunun anlaşılması, hüsran; uzun zamanlar yolunda çok şey feda edilip de değmediğinin fark edilmesi, hüsran; bir ömür verilip yapılan şeylerin bir anda ve bir daha geri gelmeyecek şekilde elinden uçup gitmesidir.
Dostluk gibi “evrenin en güzel süsünden” mahrum olmanın kökeninde yatan belki de ruhun ihmal edilmesi bedene ihtimam gösterilmesidir. Manevi değerler şeklinde yuvarlak ve kapsamının sınırları netleşmemiş bir kavram var. Bu kavram; kalın duvarlarla çevrili hücresine hapsolduğumuz, koyu kaba çirkin dar ve basit materyalizme karşı bir tercih alanı açamıyor. İnsanların eskilerin behimi dediği hayvansal tarafını şaha kaldırıp diğer yönlerini tarihi bir sanat eseri gibi bazen hatırlanan ve özlenen ve buğulu çerçevelerin içine hapseden ve hafızanın bir köşesinden görünmesine bile tahammül edemeyerek çirkin bir gülüşle aşağılamaya çalışanların duvarlarını ördüğü bu yaşam biçiminin noksan tarafının mutlaka görülmesi, tanımlanması, tamamlanması gerekiyor.
Yoksa kurgu bilim canavarlarına dönüşmüş yaratıkların arasında kalacak, dostluğun değerini bilmek, dost bulmak, dost olmak değil dostluğu özlemek imkânımız bile kalmayacak. [Gayet şirin geldi dillerin dostum] gibi yalın ve basit bir tanımlama neden “şirin” nitelemesinin merakını uyandırmaz? “Şirin” gelmek nedir, nicedir merakı o ihmal edilen, yok sayılarak yok edilmeye çalışılan bölümümüzün varlığını hatırlatabilir mi?
Yoksa varlığının önemli bir bölümü çalışmaz hale getirilerek kötürümleştirilmiş halimizle “şirin” i ışıltılı vitrinlerde aramaktan başka çaremiz yok mu?
Dostluk, aşktan üstündür diyenler de olmuş. Aslında dostluğu diğer değerlerle derecelemek için ölçüm noktası yapmak doğru sayılmamalı. Dostluğun diğer güzellikler gibi, ayni kaynaktan doğan bir diğer nehrin kıvrımlarıyla akıp gitmesine, zaman, zaman şelaleler oluşturarak varacağı sonsuz okyanusa doğru koşuşuna benzetebiliriz.
Benzetebilmemiz için üç beş kuruş dilenmeyi tek yaşam felsefesi haline getirmekten vazgeçmeliyiz. Vazgeçmeyi başarabilmeliyiz. Bu işin sonu hüsran çünkü. Dilenip, dilenip de kirli çuvallara doldurup iğrenç kulübelerde veya banka kasalarında biriktirip sakladığımız o paraların yakın bir zamanda tedavülden kalkacağını, geçersiz olacağını görebilmemiz gerekmektedir.
Görülmesi gereken bir küçük nokta daha.
Dilenmek üzere bizi önce kötürüm hale getirip sonra sokaklara salan çete sadece üç beş kişi. Kötürüm ettiklerini zannettikleri ruhumuz ise gözlerimizi içimize çevirdiğimiz anda hareketlenecek müthiş bir nükleer güç.
Eşrefoğlu Rumi [Dün ü gün hüsran diler] diyordu. Dünü ve bugünü hüsran olanın yarını hüsran olmayabilir. Dostluğu dilemekle, istemekle, işe başlamak yetebilir.
 M. Sait Karaçorlu    
kaynak ahenk dergisi
Bu güzel yazı için Sayın M.Sait  Karaçorlu ve Ahenk dergisine sonsuz teşekkürler-BEYAZ BÜLTEN 




Haberin Devamı ►

Ev almak isteyenler dikkat!

0 yorum
İnşaat sektörü kredi faiz oranlarının yüzde 1’in altına düşmesiyle birlikte, sezona hızlı bir giriş yaptı. Şirketler kampanyalarını peş peşe sıralamaya başlarken, talep de aynı oranda yükseldi.
 
Gayrimenkul ve inşaat sektörü eylül ayında sezonun açılmasıyla birlikte hareketli günler geçiriyor. Konut satışları artmaya başlarken, özellikle ağustosta konut satışında 2014'ün rekoru kırıldı. Birçok proje yüzde 1 KDV avantajına sahipken peşinatı erteleme, faizsiz ödeme seçenekleri gibi birçok seçenek bir arada sunuluyor. İnşaat sektöründe yerli ve yabancı alıcılar büyük alımlar yapmaya başladı. Konut kredisi faizleri ne seviyede? Bankalar, konut faizleri ile 60 ve 120 ay vadeli konut kredilerinin faiz oranını yüzde 1'in altında tutuyor. Kuveyt Türk 5 yıl vade için yüzde 0,89 oranında, 10 yıl vade için ise yüzde 0,93 oranında faiz uyguluyor. Yapı Kredi Bankası ise 5 ve 10 yıl vadeli kredilerinin faiz oranını yüzde 0,91 olarak belirledi. Yapı Kredi Bankası, Albaraka Türk, Kuveyt Türk, DD Mortgage ve Denizbank, 5-10 yıl vadeli konut kredilerinde faizi yüzde 1'in altında tutuyor. 
kaynak http://www.gazetevatan.com/

Haberin Devamı ►

Soğuk biri sanılıyorum ama sıcakkanlıyımdır

0 yorum
Zaten seviliyordu, “iyi oyuncudur”, “güzel kadındır” deniyordu ama Canan Ergüder, Güllerin Savaşı dizisindeki Gülfem Sipahi rolüyle deyim yerindeyse “daha da bir parlattı kendini"... Ergüder, "Küçüklüğümden beri soğuk ve mesafeli sanılırım ama tanıyanlar şaşırıyor" diyor.

Canan Ergüder’le röportaja giderken açıkçası biraz tedirgindim. Mesafeli, şımarık hatta buzdolabı gibi bir kadın bekliyordum. İzlediğim tek dizi olan Güllerin Savaşı’ndaki rolünden mi etkilenmiştim bilmiyorum. Ancak kafamdaki her şey bu röportaj sırasında yerle bir oldu. Son derece kibar, kırılgan ve samimi biri vardı karşımda. En önemlisi de karşısındakine değer veriyor; kafedeki garsona da kendisiyle fotoğraf çektirmeye gelen hayranlarına da... Ne dediğinizi dikkatle dinliyor; (kaba tabirle) asla “sallamıyor”... Canan Ergüder benim gönlümü taa içten fethetti; röportajı okuyunca eminim sizi de fethedecek



Bir tasarımcıyı canlandırdığınız için hemen modadan başlayalım sohbete... Modayla aranız nasıl?

Hiç yok (Gülüyor)... O açıdan Gülfem’in tam tersi bir insanım. Tabii bu rol itibariyle Türk tasarımcılarla daha bir haşır neşir oluyorum. Zaten pek çok insan dizide giydiklerimin markasını soruyor.

Daha rahat giyinmeyi seviyorsunuz sanırım...

Taytlar, tişörtler, uzun kollu penyeler ve jean insanıyım. Ucuz ve rahat giyinmeyi seviyorum. Çok fazla süslenmeyi sevmiyorum.

Gülfem sizi zorluyor galiba?

Evet, o anlamda zorluyor. Çünkü devamlı harika görünmek zorunda. Her hafta manikür-pedikürünü yaptıran biri değilim. Ama dizi başladığından beri öyleyim.



Marka takıntınız yok yani?

Asla, pazardan da alışveriş yaparım.

Bir çantaya binlerce dolar vermek de anlamsız geliyor mu?

Evet. Özellikle de çantalarına çok iyi davranan biri değilim, o yüzden de hiç pahalı bir çantam yoktur… .

Canlandırdığınız Gülfem soğuk ve mesafeli bir kadın. Siz?

Sanırım dışarıdan soğuk ve mesafeli olarak algılanıyorum. Bu nedenle de fazla insan bana yaklaşmaya çalışmıyor. Ancak yaklaşıldığı zaman son derece içten ve samimiyimdir. Sıcakkanlı ve sosyal bir insanım.

Açıkçası ben de sizi daha soğuk biri zannederdim.

İnsanlar genelde sizin gibi şaşırıyor. Daha önce oynadığım karakterlerin de ortak yanı daha mesafeli kadınlar. O yüzden de bu algı daha da pekişti. Ama küçüklüğümden beri bu böyle aslında; babam yüzünden. O da soğuk ve mesafeli olarak algılanır; ama değildir.

Sokakta Gülfem’le ilgili nasıl tepkiler alıyorsunuz?

Binbir Gece dizisinde oynarken “Seni öldürmek lazım” diyen insanlar vardı. Şimdiyse “Gülfem’e bayılıyoruz” diye geliyorlar. İnanamıyorum ama seviniyorum. Asla Gülfem’e kızmıyorlar hatta hak verenler bile var.



Amerika’dan Türkiye’ye dönme kararını 5 günde aldım

Güllerin Savaşı, var olan pek çok dizi içinden sıyrılmayı başarmakla kalmadı; inanılmaz da ilgi görüyor. Bu kadarını bekliyor muydunuz?

Bu kadar patlayacağını, bu kadar sevileceğini düşünmemiştim. Klişelerin dışında bir iş yapmak istiyordum; o yüzden de bir süre bekledim. Bizim dizimizde de klişeler var aslında... Ancak dediğim gibi iki kadının savaşı ve Gülfem’in binbir çeşit rengi bana evet dedirtti. Bu kadar sevilmesi ama özellikle de küçük kız çocukları tarafından sevilmesi şaşırtıcı.

Hiyerarşi anlayışınız nasıl; Canan Hanım mı denmeli?

Günlük hayatta anında senli benli olunmasından rahatsız olabilirim. Sette ise bence o bariyerlerin hemen kalkması gerekiyor; ki hemen bir ekip olunsun. Sonuçta bu bir ekip işi, star işi değil. Kendini bir şey zannetmek hele de televizyon sektöründe öyle davranmak bana çok abes geliyor; “bugün varsın yarın yoksun”. Instagramda bir gün 600 takipçin varken bunun 20 bine fırlaması çok acayip bir şey. Bu egonu etkiler. Sende o farkındalık olmalı ki onu kamçılayacaksın. Egoyu kamçılamak gerek.

Sizin hiç ayaklarınız yerden kesilmedi mi?

Olmadı demek abes olur. Ancak ben şöhret denen şeyi 32 yaşımdan sonra yaşadığım için bazı şeyleri çoktan sindirmiştim. Ben oraya gelebilene kadar her anlamda çok çalıştım. Dolayısıyla da öyle bir durumum olmadı.



Geç yaşta şöhret artı mı?

Bence öyle. 20 yaşında bir insan bunu sindiremeyebilir.

14 yıl yaşadıktan sonra 32 yaşındayken Amerika’dan kalkıp Türkiye’ye geri döndünüz. Her zaman bu kadar gözü kara mısınızdır?

Hayatımda bir şeyin değişmesi gerekiyorsa çok uzun süreler onu tartıyorum, her açıdan bakıyorum. Ama karar aşamasına geldiğimde de gözüm karadır. Türkiye’ye gelme kararını ise sadece 5 günde aldım.

Cohen Kardeşler'in beni yönetmesini çok istiyorum

Türk insanını hayallerindeki tipsiniz; sarı saç, renkli göz ve beyaz ten. Bu oyunculukta size artı getiriyor mu?

Bence artı değil çünkü kötü olarak ve ayartan kadın olarak algılanıyor.

Hedefiniz nedir?

Uluslararası projelerde yer almak. Yeteneğim ve yabancı dilim var. Sadece Türkçeyle sınırlı kalmak istemiyorum. Russel Crowe’un filminde oynamış olmak çok önemliydi mesela benim için.

Çalışmak istediğiniz bir isim?

Cohen Kardeşler’in beni yönetmesini çok istiyorum. 

Restoran açmak da istekleriniz arasında mı?

İlerde yapabilirim. Yemek yapmayı, yemek yemeyi ve de insanlarla yemek üzerine sohbet etmeyi seviyorum. Gurmeyim.

Evlilik, çocuk istiyor usunuz?

Çocuk istiyorum hayatımda, evlilik olmasa da olur.

Evlenmeden çocuk doğurabilir misiniz Türkiye’de?

Maalesef bu yapılamaz; pek çok kadın istiyor ama... Bu ülke içerisinde bu tür bir açıklığı yaşamak isterdim ama yaşayamıyoruz. Benim yaşamımda da dolayısıyla bu olmayacak. Çocuk için evlenmek zorunda kalabilirim ama insanların çocuk yapmak için evlenmek zorunda olduklarını düşünmüyorum. Bu Türkiye’de böyle ama dünyada değil.

kaynak http://pazarvatan.gazetevatan.com/
Haberin Devamı ►
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 

Copyright © BEYAZ BULTEN Design by O Pregador | Blogger Theme by Blogger Template de luxo | Powered by Blogger